🍻 Serveti Fünun Dönemine Ait Şiirler

Akhhv. MERDİVEN Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak Sular sarardı yüzün perde perde solmakta Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta Eğilmiş arza kanar muttasıl kanar güller Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta Ahmet Haşim BİR GÜNÜN SONUNDA ARZU Yorgun gözümün halkalarında Güller gibi fecr oldu nümayan, Güller gibi… sonsuz, iri güller Güller ki kamıştan daha nalan; Gün doğdu yazık arkalarında! Altın kulelerden yine kuşlar Tekrarını ömrün eder ilân. Kuşlar mıdır onlar ki her akşam Alemlerimizden sefer eyler? Akşam, yine akşam, yine akşam Bir sırma kemerdir suya baksam; Üstümde sema kavs-i mutalsam! Akşam, yine akşam, yine akşam Göllerde bu dem bir kamış olsam! Ahmet Haşim O BELDE Denizlerden Esen bu ince havâ saçlarınla eğlensin. Bilsen Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-i şâma bakan Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin! Ne sen, Ne ben, Ne de hüsnünde toplanan bu mesâ, Ne de âlâm-i fikre bir mersâ Olan bu mâi deniz, Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz. Sana yalnız bir ince tâze kadın Bana yalnızca eski bir budala Diyen bugünkü beşer, Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar, Bulamaz sende, bende bir ma’nâ, Ne bu akşamda bir gam-i nermîn Ne de durgun denizde bir muğber Lerze-î istitâr ü istiğnâ. Sen ve ben Ve deniz Ve bu akşamki lerzesiz, sessiz Topluyor bû-yi rûhunu gûyâ, Uzak Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz… O belde? Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde; Mâi bir akşam Eder üstünde dâimâ ârâm; Eteklerinde deniz Döker ervâha bir sükûn-ı menâm. Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir, Hepsinin gözlerinde hüznün var Hepsi hemşiredir veyâhud yâr; Dilde tenvîm-i ıstırâbı bilir Dudaklarındaki giryende bûseler, yâhud, O gözlerindeki nîlî sükût-ı istifhâm Onların ruhu, şâm-ı muğberden Mütekâsif menekşelerdir ki Mütemâdî sükûn u samtı arar; Şu’le-î bî-ziyâ-yı hüzn-i kamer Mültecî sanki sâde ellerine O kadar nâ-tüvân ki, âh, onlar, Onların hüzn-i lâl ü müştereki, Sonra dalgın mesâ, o hasta deniz Hepsi benzer o yerde birbirine… O belde Hangi bir kıt’a-yı muhayyelde? Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd? Bir yalan yer midir veya mevcûd Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı? Bilmem… Yalnız Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı. Uzak Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz… Ahmet Haşim KİN Göster sema-yi mağribe yüksel de alnını , Dök kalb-i saf-ı millete feyz-i beyanını ! Al bayrağınla çık,yürü sağken zafer nüma , Bir gün şehit olunca sen , olsun kefen sana ! Ey makber-i muazzam-ı ecdadı titreten , Düşman sadası,sus, yine yükselme gölgeden ! Kafir ! Hilal-i rayet-i İSLAM’ a hürmet et , Toplar boğar hitabını dağlarda akibet..! Dağlar lisana gelse de anlatsa hepsini , Binlerce can dirilse de nakletse geçmişini ! Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni , TÜRK’üm ve düşmanın sana kalsam da bir kişi..! Ben şurezar-ı kalbimi kinimle süslerim , Kalbimde bir silah ile ferdayı beklerim . Kabrinde müsterih uyu ey namdar atam ! Evladının bugünkü adı sade intikam..! Emin Bülent Serdaroğlu SİS Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan ağırlığının altında her şey silinmiş gibi, bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık; lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası! Ey zulümler sâhası… Evet, ey parlak alan, ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi! Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden sefahate susamış bağrında yaşatan. Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın. Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak, ey bin kocadan artakalan dul kız; güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli, sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor. Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun! Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi; içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden. Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken, lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi! Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır, İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın. Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri; Yalnız işte bu… Ve sanki hep bunlarla yükselinecek. Milyonla barındırdığın insan kılıklarından Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar? Örtün, evet ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir; örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi! Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar; Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar. Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler; ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki, geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur; ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi. Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri; ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler. Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler; ey servilerin kara gölgelerinde birer yer edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu; “Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları. Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler! Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar; ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer. Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi sembole eden harap ve sessiz evler; ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş, ve yıllardır tütmek ne… çoktan unutulmuş! Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar! Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir! Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât! Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler; ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar! Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra Nâmus; ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol Ayak öpme yolu. Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür! Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı! Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan, ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”! Ey en şiddetlikuşkularla duygusu kö¨rleşerek vicdanlara uzatılan gizli kulaklar; ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar. Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret! Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm; ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre! Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet! Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç; ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç! Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca; ey kimsesiz; âvâre çocuklar… Hele sizler, hele sizler… Örtün, evet, ey felâket sahnesi… Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi! Tevfik Fikret PROMETE Kalbinde her dakika şu ulvi tahassürün minkar-ı âteşinini duy, dâima düşün Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım? Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım? .. Yükselmek âsümâna ve gülmek, ne tatlı şey! .. Bir gün şu hastalıklı vatan canlanırsa… Ey müştâk-ı feyz u nûr olan âti-i milletin meçhul elektrikçisi, aktâr-ı fikretin yüklen getir – ne varsa – biraz meskenet – fiken, bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen esmâr-ı bünye-hıyzini; boş durmasın elin. Gör dâimâ önünde esâtir-i evvelin gökten dehâ-yi narı çalan kahramâanını… Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını! .. Tevfik Fikret BİR LAHZA-I TAAHHUR Bir darbe… bir duman… ve bütün bir gürûh-i sûr. Bir ma şer-i vazî-i temâşâ, haşin, okur Tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik, Yükseldi gavr-i cevve bacak, kelle, kan, kemik… Ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim Kimsin? Nesin?. Bu savlete sâik, sebeb ne kim? Arkanda bin nigâh-ı tecessüs ve sen nihân, Bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehsen â-feşân. Mâlik sesin o servet-i ra’dîn-i gayza ki Her yerde hiss-i hakk ü halâsın muharriki Sadmenle pâ-yi kaahiri titrer tegallübün, En gırre tâc-i haşmeti sarsar tekarrübün. Silkip ukub-i ribka-i a’sân, en çetin Bir uykudan uyandırır akvânu dehşetin Ey şanlı avcı, dâmını beyhude kurmadın! Attın… fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın! Dursaydı bir dakikacağız devrî bî-sükûn, Yâhud o durmasaydı, o iklil-i ser-nikûn. Kanlarla bir cinâyete pek benziyen bu iş Bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş. Lâkin tesadüf., âh, o kaviler münâdimi, Acizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi. Birden yetişti mahva bü tedbir-i hârikı. Söndürdü bir nefeste bu ümmîd-i bârikı; Nakş etti bir tehekküm için baht-i bî-şuûr Târih-i zulme bir yeni dibâce-i gurûr. Kurtuldu; haklıdır, alacak şimdi intikam; Lâkin unutmasın şunu târih-i sifle-kâm; Bir kavmi çiğnemekle bugün eğlenen denî Bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini! Tevfik Fikret HAN-I YAĞMA Bu sofracık, efendiler – ki iltikaama muntazır Huzurunuzda titriyor – bu milletin hayatıdır; Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır! Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır… Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir? Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir! Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir… Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray, Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay; Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay… Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var. Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar. Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar… Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini. Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini… Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak… Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Tevfik Fikret ELHAN-I ŞİTA Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş; Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi kar Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar… Ey kulûbün sürûd-i şeydâsı, Ey kebûterlerin neşîdeleri, O bahârın bu işte ferdâsı Kapladı bir derin sükûta yeri karlar Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar! Ey uçarken düşüp ölen kelebek, Bir beyâz rîşe-i cenâh-ı melek gibi kar Seni solgun hadîkalarda arar; Sen açarken çiçekler üstünde Ufacık bir çiçekli yelpâze, Nâ’şın üstünde şimdi ey mürde Başladı parça parça pervâze karlar Ki semâdan düşer düşer ağlar! Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar; Küçücük, ser-sefîd baykuşlar gibi kar Sizi dallarda, lânelerde arar. Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân, Şimdi boş kaldı serteser yuvalar; Yuvalarda -yetîm-i bî-efgan! – Son kalan mâi tüyleri kovalar karlar Ki havâda uçar uçar ağlar! Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir Berg-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter… Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir- Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler! Her şâhsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! – Bir tûde-i zılâl ü siyeh-reng ü nâ-ümîd… Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek. Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd! Göklerden emeller gibi rîzân oluyor kar, Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar. Bir bâd-ı hamûşun per-i sâfında uyuklar Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar. Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzan, Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân, Karlar.. bütün elhânı mezâmir-i sükûtun, Karlar.. bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun… Dök hâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök, Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi; Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi! … Cenap Şahabettin YAKAZAT-I LEYLİYYE Gel bu akşam da ser-be-ser güzelim, İhtizâzât-ı leyli dinleyelim Tâ uzaklarda işte bir piyano, Tâze parmakların temâsıyle Ağlıyor bir hazân havâsıyle… Dinle ey yârim işte ağlayan o Gecenin ka’r-ı pür-sükûnunda Zulmet-i ebkemin derûnunda… Gâh onun ihtizâz-ı pestiyle Mütevahhiş, hazin, rakîk ü nizâr Dağılır cevve bir sürûd-ı hezâr. Geh onun irtiâş-ı mestiyle Dolaşır kâinât-ı nâimeyi Bir umûmî şehîk-i tenhâyî… Onu kim dest-i ra’şe-dârıyle Çalıyor, perde perde inletiyor? Onu kim böyle gamla söyletiyor? Tellerin lâhn-ı inkisârıyle Hangi metruke böyle eğleniyor? Hangi mâtem bu sesle söyleniyor?… Gâh olur ince, nâzenîn bir ses. Leyl içinde sürüklenir, inler; Onu zulmet sükût ile dinler. Gâh olur bir figân-ı tîz-i heves; Bütün â’sâb-ı kâinâtı gerer; Kalb-i hâbîde-yî cihân titrer. Sonra bir şübka-yi bükâ olarak Düşer âguş-ı leyl-i târike, Çalışır rûh-ı samtı tahrike… Sonra tedricen alçalıp solarak O kadar pest olur ki öksürerek Zannedersin tebâh olup gidecek… Sonra baygın, kesik, sükût eyler; Mûsikî-yî sükûtu okşayacak Bir enîn-i hafî kalır ancak… Kim bilir, kim bilir neler söyler; Bu süreksiz, hevesli zemzemeler, Bu susup durma, sonra söylemeler, Bu nevâzişli, nazlı, hoş nağamât, Bu rekâket, bu lüknet-î elhân, Bu tereddüdlü mûsikî-yi figân, Bu yarım cümleler, yarım kelimât, Belki leyl-i hamûşa yalvarıyor; Belki bir tûf-ı tesliyet arıyor. Gâh mestâne bir şetâretle Bâd-ı pür-gûyu eyliyor taklîd; Uçuyor cevve pür hayâl ü ümîd; Gâh bir muğşiyâne hâletle İnliyor muhtazır, zebûn ü harâb; Oluyor can-be-leb tuyûra cevâb… Tâ uzaklarda işte bir piyano Onu, bî-şübhe, bir kadın çalıyor; Mûsikîden cevâb-ı ye’s alıyor. Dinle ey ruhum işte ağlayan o… Cenap Şahabettin Servet-i Fünun dönemi 1896 ile 1901 tarihleri arasında var olan, Türk edebiyatının yenilenme sürecinin önemli bir aşamasıdır. Bu süreçte sadece edebiyat dünyamızda bir yenilik arayışı yoktu; siyasî yaşantıda da bir arayış vardı. Bu bakımdan Servet-i Fünun dönemi ayrı bir konu ama Servet-i Fünun dönemine hazırlanmak ayrı bir konudur. Tanzimat döneminden sonra edebiyat dünyamızın en önemli çağdaşlaşma adımı olan Servet-i Fünun’u bu bakımdan iki aşamda inleyeceğiz; Servet-i Fünun dönemine hazırlık ve Servet-i Fünun dönemi. Ardından Servet-i Fünun dergisini inceleyecek, Servet-i Fünun dönemindeki önemli kalem savaşlarını Servet-i Fünun Döneminin Kültürel Zemini ve Servet-i Fünun Dönemini Oluşturan Sosyo – Kültürel EtmenlerServet-i Fünun döneminin bir diğer adının Edebiyat-ı Cedide Yeni Edebiyat dönemi olmasının nedeni, Tanzimat döneminde başlayan yenileşme ve çağdaşlaşma döneminin Servet-i Fünun döneminde en olgun seviyeye gelmesidir. Bu bakımdan bu döneme Yeni Edebiyat dönemi de Fünun dönemini Edebiyat-ı Cedide yapan yani onu yeni edebiyat yapan nedenler şunlardırTanzimat döneminde başlayan roman yazma geleneğinin artık klasik oluşturacak şekilde oturmasıTanzimat döneminde ortaya konan romanlardan farklı roman örneklerinin görülmesiTanzimat döneminde yazılan romanların kimisinde ortaya çıkan “roman mı uzun hikaye mi” tartışmasının Servet-i Fünun dönemi romanlarında olmaması = bunun nedeni de hikaye ve roman geleneğinin bu dönemde tam olarak oturmuş olmasıŞiirde bize ait yeni nazım şekillerinin ortaya atılmasıŞiir ve romandaki somut değişimlerServet-i Fünun sanatçıları, Tanzimat dönemindeki sanatçılar kadar “ özgür” bir siyasi ortamda yetişmediler. Bunun yanı sıra Servet-i Fünun sanatçılarının başarılı olmasını sağlayan faktörler şunlardır40 yılı aşkın bir çağdaş bir sosyo – kültürelTanzimat sanatçılarının hızlı bir şekilde neredeyse lazım olan tüm yenilikleri yapmaları ya da temelini atmaları = böylelikle Servet-i Fünun sanatçıları, bu temelin üzerine yeni bir edebiyatı daha kolay inşa ettiler Gerek şiir gerek düz yazıda Tanzimat sanatçılarının yenileşme dönemi için gerekli atılımları yapmış olmalarıServet-i Fünun dönemi Prof. Dr. Ramazan Korkmaz’ın kaleminden şu şekilde tanımlanır “Yaklaşık 40 yıllık bir Batılılaşma sürecinin çoğu zaman birbirleriyle çelişen insicamsız düşünceleri ile beslenen Servet-i Fünun; köklü, sistematik bir düşünsel altyapısı olmak yerine; parçalanma sürecindeki imparatorluk aydınının Batılı düşünceye yönelik ikinci elden bilgi kırıntıları, devrin yönetimince uygulanan sansürler, sürgünler ve daha çok bu baskı atmosferinin besleyip büyüttüğü kötümser mizaçlara yöneltilen bir edebi toplaşma hareketidir.”Bu aşamada Servet-i Fünun döneminin nasıl bir ailenin çocuğu olduğunu gösteriyor. Servet-i Fünun dönemindeki siyasi ortam hatırlatılarak bu siyasi ortamı edebiyata etkisinden söz eden Prof. Dr. Ramazan Korkmaz bu tanımı şu cümlelerle tamamlıyor “Servet-i Fünun dönemi hakkında yapılan bazı değerlendirmelerde, bu hareketin yalnız Sultan Abdülhamit’in baskıları ile izah edilmeye çalışılır. Ancaklar bu görüşler, her şeyi bir şeyle izah etme kolaylığını ve tek yanlılığını taşıyan eksik bir değerlendirme biçimidir. Devrin siyasi baskılarının sanatçılar üzerindeki yıkıcı etkisini elbette kimse inkar edemez. Fakat sanatın nihayette bir mizacın arkasından dünyayı seyretmek’ olduğunu da unutmamalıyız.” Ramazan Korkmaz, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839 – 2000, Grafiker Yayınları, Genişletilmiş 5. Baskı Bu satırlarda Prof. Dr. Ramazan Korkmaz, Servet-i Fünun dönemi sanatçılarının karamsar ve içe dönük bir yapıda olmalarının nedenleri arasına siyasal baskıyı yine ilk sıraya alarak; sanatçıların kişiliklerini de ekliyor. Aslına bakarsak Tanzimat sanatçılarının arasında dahi bu ayrım vardır Misalen Namık Kemal, kendi iradesiyle devlet makamından gider çünkü yönetimin kötü olduğunu düşünür. Ziya Paşa da yönetimin kötü olduğunu düşünür ama o, Namık Kemal gibi istifa cesaretini gösteremez. Namık Kemal bu dönemin ateşi iken Ziya Paşa o kadar da cevval Fünun döneminin oluşum dönemlerini,yukarıdaki açıklamalara değinerek iki aşamada inleyeceğiz İlk aşama siyasi ortam; ikinci aşama ise sanatsal Servet-i Fünun Döneminin Siyasi Ortamı30 yıl önce yürürlükten kaldırılan Türk anayasası, 90 harbi bahane edilerek “süresiz tatile çıkarılan” Meclis-i Mebusan, Jön Türklerin askeri ve siyasi baskıları ile 17 Aralık 1908 yılında yeniden yürürlüğe girdi. II. Abdülhamid tarafından 1878 yılında ortadan kaldırılan meşrutiyet rejimi tam 30 yıl sonra yeniden ilan edildi. Bu 30 yıllık süre içinde de II. Abdülhamid’in bir baskı ortamı oluştu. Bu dönemde gazetelerin bir kısmı yayından kaldırıldı, hafiyelik teşkilatı kurarak yönetime karşı gelenler tutuklandı, aydınlar üzerinde bir korku bulutu oluşturuldu. Bu konu üzerinde yine adresinde bulunan “İstibdat Dönemi ve Gelişmeleri” adlı yazıma bakabilirsiniz.Servet-i Fünun, 1896 yılında başlar; baskı dönemi ise 1908 yılında sona ermiştir. Yani 12 yıllık bir baskı dönemi, Servet-i Fünun aydınları için de oluşmuştur. Hoş, elbette bu baskı dönemi onların yetişme dönemlerinde zaten var olduğu için aydınların üzerinde hep bir “devlet eli” korkusu zaten bulunmaktaydı. Belki de Tanzimat dönemi aydınlarının mizaçlarıyla Servet-i Fünun aydınlarının mizaçlarının bu kadar farklı olmasının nedenleri arasına bu da eklenebilir çünkü bu siyasi baskı dönemi Servet-i Fünun dönemi aydınların içe kapanık olmasını sağlayan en önemli Fünun döneminin siyasi ortamı diye bir başlık atmamızı sağlayan en önemli etken 30 yıllık Abdülhamid baskısının son 10 yılda çok fazla artmış olmasıdır. Bu son 10 yıllık dönem de Servet-i Fünun edebiyatı dönemine denk gelmiştir. Kendi aleyhine ciddi çalışmalarının olduğunu bilen II. Abdülhamit, aydınların üzerindeki baskısını daha da arttırmıştır. Bu baskı, şairlerin şiirlerine de yansımıştır. Kaçma fikri, marazi düşünceler, aşırı duygusallık bu dönem şairlerinin şiirlerinin önemli konuları arasındadır. Yukarıda da açıkladığımız gibi şairin de mizacı burada önemlidir ama edebî bir ürün ortaya koyan şair, kendi beslendiği sanatsal ortamı, kelimelerle açığa çıkarır. Bu yüzden de Tanzimat dönemi ikinci dönem şairlerden Recaizade Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hamit’in kendi şiirlerindeki işledikleri melankolik duygular, Servet-i Fünun dönemi şairlerinde de görülmektedir. Ama, Recaizade Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hamit’in de II. Abdülhamit’in baskı döneminde edebî ürünler verdiklerini de Servet-i Fünun Döneminin Sanatsal OrtamıServet-i Fünun dönemi aydınları tam bir sanat aşığı idi der Prof. Dr. Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizleri adlı eserinde. Servet-i Fünun dönemi şairlerinin, Tanzimat dönemi aydınları gibi Türk edebiyatını Batı’nın seviyesine taşımak istediklerini dile getirir. Bu düşünce ile özellikle Fransız edebiyatını irdelediklerini ve Fransız edebiyatını örnek aldıklarını söyler. Lakin bu, Servet-i Fünun dönemi aydınlarının tek özelliği Fünun dönemi aydınları gerek siyasi baskılar yüzünden gerekse de kendi mizaçları yüzünden halktan kopuk aydınlardır. Bir Namık Kemal gibi “Vatan” adlı bir piyes yazıp bu piyes ile binlerce insanı hürriyet sloganları ile sokağa dökememişlerdir. İstisnaları olmakla birlikte bu dönem aydınlarından Tanzimat birinci dönem aydınları gibi bir hürriyet aşkı Fünun aydınları “sanat için sanat” anlayışlarını benimsemişlerdir. Burada önemli bir nokta vardır. Sanat için sanat anlayışının benimsenmesi Tanzimat ikinci dönemde başlamıştır; Servet-i Fünun aydınlarını sanat anlayışı bakımından inşa eden gelenek de Tanzimat ikinci dönem geleneğidir. Recaizade Mahmud Ekrem ile Abdülhak Hamit Tarhan bu dönemin iki büyük şairidir. En basit örneği, Tevfik Fikret Galatasaray Sultanisi’nde okurken Recaizade Mahmud Ekrem onun hocası olmuştur. Bu dönemde eğitim çok önemlidir çünkü en önemli okullar lise olarak Galatasaray Lisesi ; üniversite olarak da Darü’l Fünun yani şimdiki İstanbul Üniversitesidir. Dönemin edebiyatçıları da bu okullarda ders vermekte ve elbette kendi düşüncelerini aşılamaktadırlar. Hal böyle olunca Türk edebiyatında, Cumhuriyet dönemine kadar tüm dönemler birbiri ile silsile gelenekten yetişen Servet-i Fünun dönemi aydınlarının ilk işi o geleneği yıkmak olmalıdır ki işe de böyle başlamışlardır. Servet-i Fünun döneminde abes- muktebes tartışması, klasiklerin çevrilmesi tartışması ve dekadan polemiği Servet-i Fünun dönemini daha da güçlendirmiştir. Şimdi kısaca bu tartışmalara Servet-i Fünun Dönemindeki Önemli Kalem SavaşlarıServet-i Fünun döneminde birçok kalem savaşı yaşanmıştır; dekadan polemiği, klasiklerin çevrilmesi tartışması gibi. Yalnız, bu dönemde eski – yeni tartışmasının bir cephe gibi gruplaşmasını sağlayan önemli bir olay vardır Abes – Muktebes tartışması. Bu tartışma eski edebiyatı savunan ile yeni edebiyatı savunan aydınları adeta bir savaş arenasına sokar gibi 1896 yılında yani aslında Servet-i Fünun dönemi başlangıç tarihindedir. Buna göre Hasan Araf, “Malumat” adlı dergide bir şiir yayımlar“Zerre-i nurundan iken muktebesMihr ü mehe bakmak abes” Hasan AsafBu şiir, Osmanlı Türkçesinin zorunluluğu olarak Arap alfabesi ile yazılmıştır. Eski edebiyat yani divan şiirinde de Arap alfabesinin kullanılmasından kaynaklı “göz için uyak” anlayışı vardır. Bilmeyenler için durumu şöyle izah edelimArap alfabesinde, şimdiki alfabemiz gibi tüm harflerin kalınlık - incelik bakımından tek değeri yoktu. Örneğin “s” harfi eğer “a,ı,o,u” yani kalın harflerle kullanılacaksa “sad” yani “ص” yazılırdı. Eğer “s” sesi “e,i,ü,ö” gibi ince harflerle kullanılacaksa “sin” yani “س” ile yazılırdı. Ayrıca Arapça ve Farsça bazı sözcükler, orijinalinde ince sıradan olmasına rağmen bazen kalın sıradan bir sesle yazılırdı. Bu kelimeler ise ezberlenmek durumunda idi. Osmanlı devletinin kullandığı alfabede “g, s, k” sesinin kalınlık – incelik durumuna bağlı yazım farkı; “h, t” sesinin de sadece kalınlık – incelik değil imladan kaynaklı birden fazla yazılış özelliği vardı. Göz için uyak da beyit sonundaki harflerin aynı harften olmasıdır. Örneğin beyitlerin sonundaki sözcükler “sin” harfi ile bitmeli; aynı dizede bir beyit “sin” birisi “sad” ile açıklamaya göre “abes” “عبث” şeklinde yazılırken “muktebes” “مقتبس” şeklinde yazılır. Yani birisinin sonu “peltek s” diğeri ise “sin” sesidir. Hal böyle olunca bu durum Hasan Araf’ın topa tutulmasına neden olur; çünkü Hasan Araf ya şiir yazmasını bilmiyordur ya da bu durumu kasten şiir taraftarları, Hasan Araf’ı henüz kafiyeyi bilmeden şiir yazıyor diye itham ederken Hasan Araf’ın savunması gecikmedi. Hasan Araf, kafiyeyi bilmez değildi; o, sadece göz için uyak değil kulak için uyak anlayışını kabul ediyordu. Sonuçta Türkçede peltek s denilen esas bir harf yoktu; bu harf Arap alfabesine özgü bir harfti ve biz sadece imlada bu harfi kullanıyorduk. “Peltek s” sesi telaffuz da yoktu. Bu bakımdan “abes” kelimesi de “muktebes” kelimesi de seslendirmede aynı idi. Hasan Araf, Recaizade Mahmut Ekrem’in de savı ile “ kulak için kafiye” anlayışında olduğunu bu göz için kafiye anlayışı ile değil kulak için kafiye anlayışı ile şiir yazdığını dile getirdi. Hasan Araf’ın bu savunması edebiyat dünyasını ikiye yıldır eski şiir – yeni şiir davası ilk kez sistemli bir hal aldı ve yeni şiiri savunanlar Recaizade Mahmut Ekrem’in sayesinde Servet-i Fünun dergisi çatısında birleştiler. O zamanlar Galatasaray Sultanisi’nde öğretmenlik yapan Ekrem, Servet-i Fünun başına 7 Şubat 1896 yılında Tevfik Fikret’i getirdi. Böyle bir toplanma, yeni şiir taraftarlarını daha da güçlendirdi ve Servet-i Fünun dönemi başlamış bu toplanmanın nedenlerini maddeler halinde sıralayıp daha sonra Servet-i Fünun dergisine göz atalımOsmanlı devleti bu dönemde ilk kez Rusya’nın isimlendirmesi ile “hasta adam” konumunda idi. Devletin bu güçsüz hali, Servet-i Fünun sanatçılarının ruh durumunun yılından bu yana süren II. Abdülhamid baskısı; ayrıca diğer adı ile 93 Harbi olarak bilinen Türk – Rus savaşının yıkıcı etkisiBüyük oranda devlet yardımı ile çıkan dergilere “siyasetten başka her şey” levhasının asılması ve aksi durumda dergilerin maddi sorunlar yüzünden kapatılma noktasına gelmesi. Bu duruma kısaca dergilerin ya da gazetelerin kendi ekonomileri ve buna bağlı olarak bağımsızlıkları olmaması da iki maddedeki duruma bağlı olarak aydınların toplumsal konulara değil bireysel konulara yönelmesiTanzimat döneminde gördüğümüz “halkın anlayacağı dil” sloganından vazgeçilmesi = çünkü halka anlatacak herhangi bir şey kalması, devlet, kendi hakkında ve toplumsal sorunlar hakkında konuşulmasını yasakladı Halka bir şey anlatma çabasına olmayan aydın zümrenin sadece birbirileri ile görüşerek oluşturdukları kapalı bir saha oluşması; buna bağlı olarak da aydınların kendi dillerini oluşturması ve edebiyat dilinin ağırlaşmasıTanzimat dönemi aydınlarının aksine Servet-i Fünun aydınlarının 40 yıllık bir eğitim sürecinden geçmeleri; bu aydınlarının hoca olacak derece Batı edebiyatına hakim olmaları ve 40 yıl boyunca onlara kendi deneyimlerini anlatan bir aydın kitlesinde yetişmiş olmaları =Oysa bunun tam tersi olarak Tanzimat sanatçıları halkın içinden geliyordu; Servet-i Fünun aydınları ise halktan kopuk bir yaşantıya sahiptiler ; kısaca Servet-i Fünun aydınları toplumdan kopuk, izole bir aydın kitlesi idi.Recaizade Mahmut Ekrem, Galatasaray Sultanisi ve İstanbul Üniversitesi’nde öğretmen olması; onun öğrencilerin Tevfik Fikret gibi daha sonra Servet-i Fünun’un bel kemiğini oluşturacak aydınlar olması ve Ekrem’in Batı şiirini savunan Fünun döneminde yapılan diğer önemli kalem savaşları şunlardırBatı klasikleri Türkçeye çevrilsin mi çevrilmesin mi?Dekadanlık nedir? = Bu tartışma için adresinde bulunan” Dekadanlık ve Dekadizm Nedir” adlı makaleme bakabilirsiniz.3. Servet-i Fünun Dergisi, Kuruluşu, Edebiyat-ı Cedide’nin Yayın Merkezi OluşuServet-i Fünun isminin asıl anlamı “fenlerin hazinesi / ilimlerin serveti” dir. Kuruluş amacı da zaten okuyucuya fen bilimleri hakkında bilgiler vermektir. Bu amaçla 27 Mart 1891 yılında Ahmet İhsan Tokgöz tarafından kuruldu. Tam 2464 sayı çıkaran Servet-i Fünun 26 Mayıs 1944 yılında yayın hayatına son verdi. İlk zamanlar yani kadar Servet gazetesinin haftalık eki olarak çıkıyordu. Magazinsel nitelikte ilmi konular hakkında bilgiler veriyordu. Edebiyat namına Nabızade Nazım’ın “Seyyire-i Tasemüh” adlı romanı burada tefrika edildi; bunun yanında yine Nabızade Nazım edebî konularda makaleler, denemeler yazıyordu. Daha sonra kadroya Dr. Besim Ömer Paşa, Halit Ziya Uşaklıgil de Edebiyat-ı Cedide hareketinin yayın organı olması Recaizade Mahmut Ekrem’in Ahmet Tokgöz’e dergiyi Tevfik Fikret’e devretmesini önermesi ile başladı. Bu teklife neden olan olay da yukarıda anlattığımız “abes – muhtebes” tartışması oldu. 256. sayıda 7 Şubat 1896 yılında Tevfik Fikret derginin başına geçti ve artık dergi yeni edebiyatçılarının yayın organı halini aldı. Dergiyi hem Ahmet Tokgöz hem Tevfik Fikret beraber yönetiyordu. Bu halde dergiye yeni yazarlar alınmaya başlandı Cenap Şahabettin, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Şuayb, Hüseyin Siret, Hüseyin Suat Yalçın, Süleyman Nazif Ahmet İhsan Tokgöz ile Tevfik Fikret arasında bir anlaşmazlık çıktı ve Tevfik Fikret görevinden kendi isteği ile ayrıldı. Yazı işleri sorumlusu olarak Hüseyin Cahit Yalçın geldi ama Servet-i Fünun dergisi yine bir edebiyat dergisi gibi çıkmaya devam etti. Lakin Hüseyin Cahit Yalçın “Edebiyat ve Hukuk” adında bir makale yayımladı; daha doğrusu bu makaleyi Fransızcadan Türkçeye çevirerek yayımladı. Bu makalede Fransız devrimi zamanlarının anlatılması derginin geçici bir süre kapatılmasına neden oldu. Mahkemede dergi yöneticileri aklandı ve Servet- i Fünun dergisi yeniden açıldı ama aklanmasına rağmen Hüseyin Cahit Yalçın dergiden ayrıldı. Ahmet İhsan Tokgöz de “sadakat ve kulluk şartlarına uyacak yolda makaleler” yazmaya, saraya söz verdi. Dergi, Hüseyin Cahit Yalçın’ın ayrılması ve bu sözü vermesi ile fenni konulara geri döndü. Ardından 553. sayıdan sonra eski magazinsel kimliğine Servet-i Fünun dergisinde sadece 297 sayı yazan yani sadece 42 hafta yazan yeni edebiyatçılar daha sonra ne yaptı ? Meşrutiyetin 1908 yılında ilan edilmesi ile Fecr-i Ati adında bir topluluk, Servet-i Fünun dergisini yeniden yayın organı olarak seçti. Harf devrimden sonra ise Resimli Uyanış adlı bir dergi yeniden çıkmaya başladı ve altına “Servet-i Fünun dergisinin devamı” yazıldı. Bu dönemde de edebiyatta yeni şeyler arayan gençlerin kapısı oldu. Ahmet İhsan 1942 yılında hayata gözlerini yumdu ama dergi yine çıkmaya devam etti. 26 Mayıs 1944 yılında yayın hayatından Servet-i Fünun Edebiyatı Nedir?Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan Edebiyat-ı Cedidecilerin yani yeni edebiyatçıların yarattıkları edebiyat ne idi, edebiyatımıza ne gibi katkıları oldu; şimdi biraz onlara Fünun aydınları yani Edebiyat-ı Cedide aydınları toplumdan izole bir aydın kitlesi idi. Bu bakımdan edebî alanda şu işleri yaptılar = temel olarak şiirde değişiklik yaptıkları için sıralanan maddeler genelde şiir ile alakalıdır Divan edebiyatından bozma olan serbest müstezat adında bir şekil buldularFransız şiirinden alınan sone nazım şeklini kullandılarNe Fransız şiirinde bulunan ne de eski şiirde bulunan, nazımda kafiye kolaylığı sağlayan yeni bir nazım şekli icat konusunu sınırsız hale getirdiler. “Her güzel şey” değil “ her şey” şiirin konusu oldu; tabiî ki siyasi ve toplumsal konular hariç = Servet-i Fünun döneminde siyasi ve toplumsal konularda şiir yazanlar da vardı ama bu sesler cılız seslerdiAile hayatına ait samimi duygular şiirde önemli bir yer tutar. Ayrıca doğayı sübjektif görerek şiire ülkelere, daha önce hiç görmedikleri yabancı ülkelere kaçma hevesi Servet-i Fünun dönemi eserlerinin en belirgin romantizm akımını değil, Fransız edebiyatında hoşlarına giden tüm akımları şiire getirdiler. Sembolizm, bu akımlardan en çok ilgilenilen akım akımlar getiren Servet-i Fünun aydınları ayrıca yeni hayal ve duyuşları da beraberinde getirdiler. Yalnız bu durum onları yeni kelimeler bulmaya zorladı. Şiir dilinde Arapça ve Farsça kelimelerin sayısı çok arttı. Öyle ki şiirler, sözlük olmadan anlaşılmaz hale geldi. Şiirlerinin dilinin bu kadar ağır olması, bu şiiri sadece onu anlayacak aydın kitleye hapsetti. Sadece aydın kesiminin anlayabileceği bir şiir dili ortaya çıktı. Bu bakımdan da “ sanat sanat içindir” anlayışı hakimdi Servet-i Fünun aydınları sadece Arapça ve Farsça kelimeleri almadılar, Fransızca söz dizimini de Türkçeye adapte ettiler. Arapça – Farsça sözcükler dilden atılırdı ama söz dizimindeki bir değişiklik Türkçenin ciddi yaralar almasına neden olabilirdi. Servet-i Fünun aydınları kafiyeyi belirli sınırlar içinde genişlettiler ama aruza ısrarla bağlı kaldılar. Hem Batılı nazım şekillerini alma hem de aruzdan vazgeçememe, aydınları ciddi bir şiir tekniği geliştirmeye itti. Aruzu, Türkçeye uyarlama konusunda çok başarılı oldular. Osmanlı Türkçesinin, aruz vezni çerçevesinde yazılan en iyi şiirleri bu dönemde ortaya Servet-i Fünun döneminin ilk zamanlarında yanı Tanzimat döneminde olduğu gibi romantizm akımı görülür. Bugün Aşk-ı Memmu ile iyi realist roman örneği veren Halit Ziya Uşaklıgil’in ilk romanı “Nemide”, “Aşk-ı Memu” romanının aksine tam bir romantik romandır. Üstelik “Aşk-ı Memnu” romanında bile romantizm kırıntıları görülmektedir. Bu durum için şöyle söyler Prof. Dr. Kenan Akyüz “Romantizmin rağbet gördüğü ve realizmin yeni yeni tanınmaya başladığı bir devirde yetişmiş olan Servet-i Fünun romancılarının romantizm tesirinden birdenbire kurtulmalarına elbette ki imkan yok.” Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılap Kitabevi, 1995, da üslubu ve dili tıpkı şiir dili gibi ağırdı. Namık Kemal ile başlayan süslü cümle kurma modası Servet-i Fünun’da en üst düzeye Fünun romanlarında teknik kusurlar hemen hemen yoktur. Teknik bakımdan tam bir romana bu dönemde sahip olduk. Olayların mantık çerçevesinde olması, konuşmalar sözlüklerin diplerinden çıkarılan Arapça – Farsça sözcüklerde üçlü, dörtlü tamlamalar yapan Servet-i Fünun aydınları kuşkusuz en büyük kötülüğü Türkçeye yaptılar. Bugün, dört yıllık Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezununun bile zor anlayacağı bir Türkçe ile yazılan romanlar, Türkçenin yara almasından başka bir işe Fünun aydınları, aydının halkın öncüsü olduğu fikrine kalben ve zihnen bağlıdırlar. Bu bakımdan da romanlarında, batılılaşmış aile örneklerini, kendi istekleri yönünde batılılaşan insanları işleyerek hayal ettikleri batılı insan tarzını yaratmayı amaçladılar. Servet-i Fünun romanındaki tüm karakterler Fünun romanı sosyal davalara sadece değinir;onu konu yapamaz. Bireyin iç dünyasına yönelir,sosyal hayatı sadece tasvir eder. Aslında bu, uymak istedikleri realist roman anlayışına çok da ters Fünun romancıları, romanlarında gözleme yer vererek, hayal unsurunu neredeyse yok etmişlerdir. Servet-i Fünun romanlarının mekanı genelde İstanbul’dur. Eserlerinde gözleme yer vermek isteyen aydınların = aynı zamanda İstanbul’dan dışarı neredeyse hiç çıkmamış, hiç Anadolu’ya gitmemiş olan aydınların İstanbul’u mekan olarak seçmeleri gayet SÖZServet-i Fünun dönemi Türkçe için büyük bir zarar olsa da Türk edebiyatının çağdaşlaşması açısından önemli bir adımdır. Özellikle roman açısından tekniğin oturması, klasik eserlerin çevrilmesi edebiyatımızı bir nebze olsun çağdaş edebiyat düzeyine getirmiştir.

serveti fünun dönemine ait şiirler